Betrayal Of God
Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.
Betrayal Of God

İlk Türkçe Ortaçağ Rol Oyunu sitesine hoşgeldiniz. :)
 
AnasayfaAnasayfa  PortalPortal  AramaArama  Latest imagesLatest images  Kayıt OlKayıt Ol  Giriş yapGiriş yap  

 

 Clayton Westmoreland

Aşağa gitmek 
2 posters
YazarMesaj
Clayton Westmoreland
Dük
Dük
Clayton Westmoreland


Rp Partneri : Elizabeth May Warner :)
Mesaj Sayısı : 53
Yaş : 30
Cinsiyet : Erkek

Clayton Westmoreland Empty
MesajKonu: Clayton Westmoreland   Clayton Westmoreland EmptyÇarş. Ağus. 04, 2010 11:47 am

Yağmur bulutları mavi gökyüzünün egemenliğini
sürmekteydi o Pazar günü. Neşeli günden ve parlak güneşten eser kalmamıştı,
beyaz bulutların arasından gözüken bebek mavisi gökyüzünün yerini bunaltıcı gri
yağmur bulutları almıştı. Islak zemine düşen yağmur damlaları pürüzlü yol
üzerinde kendine yol çiziyordu. Rüzgar şiddetli değildi, nitekim soğuktu. Yolda
yürüyen insanlar üstlerindekilere daha sıkı sarıldılar, sadece biraz daha
korunabilme umuduyla...

Çiseleyen yağmur bir deri bir kemik kalmış yaşlı adam için acı vericiydi.
İnceden inceye yağan yağmurun derisiyle teması sivri uçlu bıçaklar gibi can
yakıyordu.Yine de onca zamandır yaşadığı onca manevi acıya karşı o an
hissettikleri hiçbir şeydi. Bedeni zaman aşınımıyla zayıf ve içler acısı bir
hale gelmiş olabilirdi ama bu dayanıksız kabuk içerisinde bir savaşçının kalbi
atıyordu. Hiçbir su damlası söndüremezdi o mangal yüreği. Dış görünüşe
aldanabilecek yüzeysel insanlar için bir çöpten başka bir şey değildi belki ama
tek bir kin ya da merhamet duygusu ölümlerine sebep olabilirdi. İliklere
işleyen soğuğa kayıtsız kalmaya zorladı kendini ve ıslak zeminde yere
temassızcasına yürüyüp eski püskü kapının önüne kadar ilerledi. Kalın ama
aşınmış halatlarla demir sopaya tutturulmuş ahşap tabelayı inceledi keskin gözleri.
Eski ahşaba oyulmuş ad üzerinde gezdi aynı buz mavisi gözler;
"Darağacı"

Seni ihtiyar bunak... diye mırıldandı çatallı sesiyle ihtiyar
ve ciğerlerini zorlayan kısık bir kahkaha patlattı.


Buranın sahibini bilirdi, savaştan önce de
tanışıyorlardı. Şapşal herif hiç bir zaman iyi bir dinleyici olamamıştı zaten.
Kulakları ağır işitirdi, bu yüzden her şeyi bağırarak söyleme gibi rahatsız
edici bir huyu vardı. Buraya bu adı verirken de düşündükleri bu değildi.
Tabelayı ilk astırdığı zaman daha dün gibiydi. Barın sahibi uzun bir isim seçme
merasiminden sonra-ki bu gerçekten uzun sürmüştü- sonunda bir isim seçmişti.
Ama aptal herif adı yanlış söylediğinden barın adı darağacı olarak kalmıştı.
Aslında şans eseri yerleşen bu isim bara çok uyuyordu. Bar Londra'nın en tenha
yerleşimlerinden biri olan "Visitors
Street" adında bir yerdeydi, bolca dar sokağı ve kötü niyetli ayyaşı
barındıran envai çeşit insanı kapsayan sevimsiz bir yer.
Bar geçen akşamdan kalma yaraları taşıyordu, kapı menteşeleri alınan bir darbe
sebebiyle zarar görmüş, ahşap bir sütun kapı önüne devrilmişti. İnsanlardan da
mahrumdu mahmur bar,ezilmekten korkan hamamböcekleri gibi saklanmışlardı bir
yerlere. Gölgeler arasında birkaç yüz kendini belli etmeden etrafı kolaçan
ediyordu. Her elde bir bardak alkol ve diğerinde gerilen parmaklar arasında bir
bıçak ya da benzeri bir korunma aracı vardı. Sadece iri peygamberdeveleri
sarhoş olup kendilerini gösterir ardından da kaçınılmaz kavgalardan paylarını
alıp evlere dağılırlardı. Bu onlar için stres atma eğlencesinden başka bir şey
değildi, tabi kimse onlardan sonra etrafı toplayan ve yenileme işlemlerinin
parasını ödeyen bar sahiplerini umursamazdı.
Yaşlı adam ince dudakları arasından gülümseyip kendisine bol gelen cüppesinin
kapüşonuyla gözlerini örttü. Şimdi dünya onun ürkütücü gözlerini görmezken
kendini daha güvenli hissedecekti, tabi bu hemen arkasındaki erozyon toprakları
gibi çatlamış yüz hatlarının arasındaki mavi gözler tarafından izlenmedikleri
anlamına gelmiyordu.

İhtiyar temkinli adımlarla içeri girdiğinde kendinden geçmiş birkaç sarhoş açık
saçık bir şarkı söylüyordu bağıra bağıra. Hanımefendi sayılmayacak garson
bayanlar artık her gece bunları çekmekten bıkmış ama alışmış biçimde
kendiişlerine bakıyordu. Kızıl kıvırcık saçlı olan ufak tefek bir kadın
tezgâhtaki inatçı lekeyi çıkarmaya çalışırken fark etti bu ilginç yaşlı adamı.
Soluk teni daha da soluklaştı, bu da burnuna uzanan çilleri daha belirgin
kıldı. Yaşlı adamın kim olduğunu biliyordu ve maalesef niye geldiğini de
biliyordu. Umutsuzca diğer müşterilere baktı, onlar gibi hiç bir şeyden
habersiz olmayı ne de çok isterdi!
Korseli dar elbisesini çekiştirip düzeltti aceleyle ve ayyaşların yanından
geçen yaşlı adama ilerledi. Her adımında ayaklarına uyguladığı ağırlığı
inceledi bilge adam. Kadının yürüyüşünde bile göze güzel gelen bir asalet
vardı. Alev rengi saçları her hareketinde yanaklarını yalayıp geçiyor, adeta
dans ediyordu bukleleri. Yaşlı adam bu küçüğü ne kadar sevdiğini unutmuştu.
Barda güzel olan tek şey oydu.
Yaşlı adamın aklından bunlar geçerken Kylie'nin aklından geçenler daha
sıkıntılıydı. Ayyaşlar mugglelaredan oluştuğundan sorun çıkarabilirlerdi,
özellikle de acayip giyinişli adamlar için. Bu yüzden bu buruşuk cüppeli adam
buraya ne zaman gelse beraberinde sorun getirirdi. Aklından geçen sorun aniden
baş gösterdi. Kylie tam adama yaklaşmış, merhabalaşmak için ince kemikli
ellerinden birini sıkacaktı ki iri yarı,adaleli adamın biri aralarına girdi.Kirli
sakalı boynuna kadar uzanıyor,uzun yağlı saçları gözlerinin önüne kadar
düşüyordu. Aynı aptal Vikingler gibiydi, tek fark elinde savaş baltası yerine
bir maşrapa vardı;
"Heey payılçço!"diye güldü
eksik dişleriyle. Neredeyse adamın iki katı kadardı, bir kolu yaşlı adamın
belinden kalındı. Adam kanına karışan alkolün etkisiyle yarım yamalak
konuşuyordu.
"Ellbiseyi nereden aldın,yaşlı bir kadını mı
soyydun?"
Barı hakimiyetine alan bir kahkaha sesi boğdu ortamı.
Aynı gelmeden önce başlayan yağmurla beraber gümbürdeyen gök gürültüsü
gibiydi,sadece daha sinir bozucu...
Kylie gözlerini kocaman açmış yalvarırcasına yaşlı adama bakıyordu. Bu
sessizliği fırsat bilen ayyaş esprilerine devam etti;
"Yoksa sen sokak soytarıla'ından mıssın?Hani
kulaktan bozuk parra
çıkaranla'dan falan?Benim için kula'mdan bir mannken çıka'sana??"

"Dikkat et Paul,yoksa seni cehenneme yollayabilir!"

Ve kahkahalar, kahkahalar...
Ruha işlenen alay çığlıkları...
Yaşlı ve merhametsiz adamın içinde büyüyen öfke dalgası iyice kabarmıştı.Yine de
sevgili Kylie'si için bir harekette bulunmadı,buradaki herkesi harbiden
cehenneme yollayabilecekken!
Kapüşonunu indirdi yavaşça başından ve gözlerini iki katı kadar olan adama
dikti.
Adamın yüzündeki kendini bilmez gülümseme yavaş yavaş kaybolurken onu
korkutmanın verdiği zevkle izledi.
Siz kendini bilmez beyefendilerin, tabi kendinizi
hala böyle adlandırabiliyorsanız, yapabileceği en tehlikeli şeylerden birini
yapmaktasınız, nitekim güçsüz görünen bu bedenini içinde öyle bir güç yatıyor
ki onu gerçekten görsen seni öldürmek için ağlayarak ayaklarıma kapanırsın. O
zaman senin o değerli alaylarının konusu olmaktan çıkarım ve seni işe yaramaz
bir böcekmişçesine topuğumla ezerim. Bu yüzden baylar, yolumdan çekilin, ya da
çekilmeyin ben de zevkle etlerinizi yeni öldürülmüş bir dana gibi
kemiklerinizden sıyırayım.

Sözlerinde herhangi bir tehdit yoktu, hatta ses tonu o kadar gerçekçi ve saftı
ki, adam bir adım geri çekildi. Kylie usanmış ve endişeli bir bakış attı aniden
sessizleşmiş kalabalığa. En azından kavga çıkmamıştı ve o buna bile
minnettardı. Yaşlı adamın koluna girdi gözlerini kalabalıktan ayırmadan
Gidelim baba.
Aksaya aksaya ilerledi yaşlı adam. Ta ki zemin kata inen merdivenden inip
bodrumda tek başına oturan adamın karşısına gelene kadar. Oda bina ile oldukça
uyumluydu. Duvarlarındaki iri çatlaklar nerden geldiği bilinmeyen ince
suyollarıyla lekelenmişti. Alçak tavan buranın zamanında kiler olarak
kullanıldığının göstergesiydi, o da duvarlar gibi yosun tutmuştu. Ayriyetten
odayı hapseden ve ciğerlere eziyet eden bir nem kokusu duyuluyordu. Kylie bu
kokuya karşı burnunu buruştururken yaşlı adam ağır kokuyu dayanıksız
ciğerlerine çekti büyük bir nefesle. Onun hassas burnu daha beterlerine tanık
olmuştu. Gözleri ise, karanlıkta dahi ölüm vaat eden gözleri, karşısındaki
siluete kitlenmişti.
Yüzü karanlıkta görünmüyordu ama gölgelerin yüz hatlarına vurduğu kadarıyla
genç biriydi. Karanlık odanın en karanlığına kapatmıştı kendini. Ellerinden
biri oturduğu demode koltuğun korkuluklarında- gevşekçe durmakta, diğeriyse
hemen çenesinin altında destek görevinde durmaktaydı. Kylie odaya ilk
indiğinden bu genç adamın niye Bilge Clementores’i, yani bunca şey görmüş
babasının, onca yolu kat edip gelmesine değdiğini düşünmüştü. İçten içe insani
bir kıskançlık hissetti. O ölse dahi babası onu görmeye gelmezdi...
Clementores zemin kata inmeden önce baston niyetine kaptığı meşe dalına dayanıp
önünde kendi kişiliğinden ödün vermeden dimdik durdu ve çenesini düşünceli
düşünceli kaşıyan adama baktı saygıyla. Tam o anda genç adamın eli daha önce
fark edilemeyen ipe kaydı ve neredeyse Clementores’in adımıyla yarışırcasına
aynı zamanda vasfını gördü. Tavandaki küçük ışık aydınlandı ve karanlığı geri
çekilmeye zorladı. Yeşil gözlü adamın tavrındaki rahatlık Kylie'i ürkütse de Clementores'i
sadece güldürdü;
Merhaba James, uzun zaman olmuştu.








  • II






Işık genç adamın yüz hatlarında oynaşıyordu. Çarpık, aşağılayıcı gülümsemesi
gözlerindeki pırıltıyla oldukça uyumluydu. Yeni uyandığını belli eder gibiydi
saçları, karmaşık ve özensiz. Buna rağmen görünüşünde insanı hem cezp etmeye
hem de geri çekilmeye zorlayan bir şeyler vardı. Üstelik karşısındakinin
gücünün farkında olmasına rağmen oturuşundaki rahatlık özgüvenini açıkça dile
getiriyordu. Işığı açmakta kullandığı gri ipi tutan parmakları gevşeyip
James'in çenesi altında yer aldı eli. Duruşu, bakışı, salaş görüntüsü, kısaca
her şeyiyle kim olduğunu anlatıyordu kelimeleri kullanma gereği duymadan.
“Clem.” dedi
kısaca. Sesi ne genzini temizler gibi kalın ne de bir kadınınki kadar inceydi.
Hatta o kadar temiz bir ses tonu ve tatlı bir aksanı vardı ki Kylie tekrar
konuşması için yalvaracaktı. Parlak zeytin yeşili gözler Clementores üzerinde
kısaca gezdikten sonra genç kıza kaydı. Kylie hafiften kızardığını hissetti,
utangaçlığı yanaklarına yansımıştı. Gözlerini kaçırdığında James de tekrar
Clementores'e dönmüştü. Tavandan sızan bir su damlası siyah ayakkabılarının
hemen yanına damladı.
“Adımı hala hatırlıyor olmana sevindim genç adam.” dedi Clementores kibir akan vurgularla aşağılar
gibi James'i incelerken.
James başıyla abartılı bir selam verdi.
“Nasıl unutabilirim ki,"efendim."”
O an James Clementores'i tam anlamıyla bir göz hapsine maruz bırakmıştı.
Clementores'in çatlak yüz hatları biraz daha çarpıldı son kelimeyle. Kelime
kast edildiği şekilde kullanılmamıştı, daha çok alay eder gibiydi. Bakışları
buz gibiydi artık ihtiyarın. Olaylardan uzak olan Kylie aralarında ne olduğunu
deli gibi merak ediyordu. Muhtemelen Clementores orta yaşı geçtiğinde bile
James daha doğmamıştı. Öyleyse nasıl tanışmış olabilirlerdi?
Göz ucuyla babasına baktığında bir deri bir kemik kalmış elinin yumruk halini
aldığını fark etti. Nefesini tuttuğunun da o an farkına varmıştı. Clementores
titrek sesine rağmen ürkütücü görünüyordu.
“Senin bu yaptığına saygısızlık derler, evlat.
Sana gösterdiğim onca emeğe rağmen yüzümü kara çıkardığının farkındasındır
umarım!”

James güçlü elleriyle sandalye korkuluklarından destek alarak doğruldu. Işıkla
daha belirginleştiğinde kıyafetleri daha seçilebilir hale gelmişti. Beyaz
gömleği günlerdir giyilmenin ve maruz kaldığı kötü koşulların etkisiyle soluk
gri rengini almıştı. Boynundaki kravat daha belirgindi buna rağmen. Siyah
kravat bağlanmamış, gelişigüzel atılıvermişti boynuna. Üstünde de altın renkli
bir arma vardı. Kylie gözlerini kısıp ne olduğunu anlamaya çalıştı. Bir tilki
deseniydi.
James kafa tutar gibi yaklaştı yavaşça. O da yaklaştıkça derisini dağlayan
soğuğu hissedebiliyordu. Bir süre sonra durdu ve gülerek yere baktı.
“Yüzünü kara çıkarmak deyimin şaklabanlıklarının
önüne geçmek anlamına geliyorsa,evet, pekiyi bir öğrenci olmadım.”

Clementores’in bilgeliği ve sonsuz sabrı bile bu raddeden sonra tükeniyordu.
Geldiğinde James’in kibrini bir böceğin kafa tutmasına benzetse de artık geliş
sebebinin gerçek olma ihtimali korkunç derecede inandırıcı gelmeye başlamıştı.

O an ortama yoğun bir sessizlik hâkim oldu. Sessizliğin bu koşullarda daha uzun
sürmesi beklenirken tavernanın hayat dolu üst katında gürültülü şarkılar ve
eğlence yeniden başladı. Belli ki Clementores’in etkisi geçmişti. Bir adamın,
anlaşılan iri yarı bir adamdı, düşüşü tavandan çıkan tok ses ile iletildi
bodrum katı sakinlerine. Clementores’in kanı donduracak derinlikteki bakışı
tavandan yine genç adama yöneldi. Tüm büyüsünü kullanmıyordu şu anda ona karşı,
ama yaklaşmaması için bir kalkan büyüsü kullanıyor olmasına karşın James fazla
yakında duruyordu. Derisi milyonlarca etçil karıncanın saldırısına uğramış gibi
karıncalanıyor olmalıydı. Hiçbir şey olmuyor gibi karşısındaki dikilmesini
takdir etse de bunu yüz hatlarında belli ederek gururlanmasını engelledi. James
yüzündeki kendini beğenmiş tavrı korumaya çalışsa da gülümsemesine dikkatli
bakıldığında acı çekiyor gibiydi. Sanki ayakta durmak için kendini zorluyordu.
James odaya girdiklerinden beri ilk defa Clementores’in bakışlarından
etkilenmişçesine tökezledi, ama anında yerini korudu.
Kylie bu ikisi arasında geçen bakışmanın özünü öğrenmek için çıldırıyor
olmasına karşın ağzını açıp bir şey söyleyemiyordu. Sebebinin korku olduğu
açıkça belliydi ama babası olan adamdan mı yoksa bu yeni yabancıdan mı olduğunu
anlamak güçtü. Yukarıdaki yaygaraya rağmen odada hala bir sessizlik geçerliydi.
İkisi de birbirlerine bakıyordu bakışma yarışması yapar gibi. Konuşuyor gibi
görünüyorlardı ama bu muhabbet herhangi sesli bir kelimeyi içermiyordu. Bu
sırada Clementores içten içe kuduruyordu. Nitekim yüz hatları bunun aksini
bellemişçesine soğuk ve duygusuzdu. Onun da gözü yapay ışık altında bile
gururla parlayan armaya kaymıştı ama o başka bir yöne bakmanın aksine armaya
dik dik, gözünü dahi kırpmadan bakıyordu.
“Bu armaya layık değilsin sen.” diye
tısladı. James rahat görünen bir adımla daha yaklaşıp bir şey söylemeye
yeltendiği sırada Kylie yavaş yavaş yüzünün yanmaya başladığını hissetti. Bu
sefer yüzünü al al yapan utangaçlığı değil öfkesiydi.

“Biriniz bana burada ne olduğunu açıklayabilir mi?”
dedi yoğun bir
öfkeyle.
İki baş da kendisine doğru döndü. İkisi de güçlü büyücüler olabilirlerdi ama
kesin bir kanun vardı onların da bildiği, bir kadının gazabından her zaman
kork!
James yine Kylie' ye baktı. Bu sefer ona bir fazlalık gibi değil de orada
olmasının bir lütuf olduğunu anlatmak ister gibi bakıyordu. Kylie ister istemez
öfkesinden arınıp arzuyla titredi. Gözlerini bu saygısız ama karizmatik adamdan
ayıramıyordu. O karşındayken nefes almak bile daha zor bir hale gelmişti. Kylie
pembe, histerik dünyasına kapılmışken James Clementores’e şeytani bir bakış
atıp Kylie’ ye yaklaştı. Clementores’in gözlerinde yakaladığı bir duyguyu
kullanmaya karar vermişti, tereddüt. Ondan uzaklaşıp Kylie’ ye yaklaşırken
üzerindeki can yakan baskıdan kurtulduğunda rahatlar gibi oldu. Ancak Kylie
dışında bu odadaki iki adam da hislerini gizlemekte uzmandı. Kylie’ninse o an
içinde boğulduğu o arzu duygusu uzaktan hissedilebiliyordu bile. Yaklaştıkça
Kylie’nin uzun kirpiklerinin ardındaki heyecanlı gözleri daha belirginleşmişti.
James yansımasını o ceviz kabuğu rengindeki genç gözlerde görene kadar
adımlamayı kesmedi.

“Babanın sana anlatmadığı çok şey var Kylie. Onun geçmişi ile benimki fazla uzak
olmayan bir zaman diliminde kesişiyor.”

Yine o hafifletici gülümsemesi yerini aldı kusursuz yüz hatlarında. Kylie
midesinin takla attığını hissetti. James o an istediği her şeyin önünde yer
etmişti. Adam elleriyle bağlanmamış kravatın uçlarından tuttu ve Kylie’nin
etrafında yürümeye başladı. Kylie başını çevirip ona bakmamak için kendini zor
zapt ediyordu. James kızın tam arkasına geçtiğinde Clementores’e iğneleyici bir
bakış attı. Clementores tüm yaptıklarının sebebini anlayabilecek derecede ileri
görüşlüydü, işte bu yüzden konuşmaya katılmıyordu. Kabul edemese de konu Kylie
ve geçmiş sırları açığa vurmak olduğunda eli kolu bağlıydı. En azından birazdan
sırlar kısmı açığa çıkacaktı. Bilge kişi duygusuz bir edayla düşündü. Şimdi
Kylie’yi rahat bırakması için bir harekette bulunsa bir zaafını açığa vuracaktı
ki James’in asıl istediği de buydu. Clementores’in kuru bir ağaç gövdesi gibi
hareketsiz durduğunu görünce James ellerini Kylie’nin çıplak omzuna koyup
bukleleri arasından kulağına yaklaştı. Soğuk ellerinin ateş basmış tenine
değmesiyle Kylie ürperdi. James onu tam anlamıyla nefessiz bırakmıştı.

“Ben daha küçük bir çocukken”
dedi James,
“İskoçya’da, bir öğretmenim vardı, senin baban.”
İskoçya kelimesine yaptığı vurgunun bir değeri olmamasına rağmen heyecanlandırdı
onu.
James ellerini çekip Kylie’nin gözlerindeki etkiyi görebilmek için önüne
geçtikten sonra hüzünlü bir alaycılıkla ekledi.

“Ve doğmamış bir erkek kardeşim vardı, babasının
öğretmenim olduğu.”
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Eleanor Beatriz
İspanya Kraliçesi
İspanya Kraliçesi
Eleanor Beatriz


Mesaj Sayısı : 212
Nerden : Madrid
Cinsiyet : Kadın

Clayton Westmoreland Empty
MesajKonu: Geri: Clayton Westmoreland   Clayton Westmoreland EmptyÇarş. Ağus. 04, 2010 6:20 pm

Betimleme: Betimlemeleriniz nefes kesici derecede güzeldi. 35/35

Akıcılık/Uzunluk: İlk başta çok uzun göründü, ama makul derecede akıcıydı. 25/25

Kurgu: Çok ağır bir tempoda ilerleyen bir rp'ydi. Konusunun gereği bu aslında, uzun sessizlikler daha iyi anlatılamazdı. Ama sonunda daha heyecanlandırıcı bir şey söylemeliydi bence James. Ve bu rp devam ettirilmeli... 23/25

Görünüm: Sanırım Word'den kopyalayıp yapıştırdığınız için; sayfanın yarısında kalmış kenarlar. Bu yüzden görünen uzunluğu artmış. Açıkçası ilk gördüğümde "oku oku bitmez" diye düşündüm. 4/5

Yazım Kuralları: Hiçbir yazım hatasıyla karşılaşmadım. Tebrikler. 10/10

Toplam: 97

Kraliyet ailesi hariç tüm sınıfları seçebilirsiniz. Unutmayın; seçtiğinizi sınıfın en alt basamağından başlıyorsunuz. İyi eğlenceler. ^^
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Clayton Westmoreland
Dük
Dük
Clayton Westmoreland


Rp Partneri : Elizabeth May Warner :)
Mesaj Sayısı : 53
Yaş : 30
Cinsiyet : Erkek

Clayton Westmoreland Empty
MesajKonu: Geri: Clayton Westmoreland   Clayton Westmoreland EmptyÇarş. Ağus. 04, 2010 7:15 pm

Gözüme bu sabahki ilk güneş ışığının girmesiyle yeni bir güne başladığımı fark ettim. Yine aynı monotonlukta işle ve ağır toplantılarla geçecek bir gün... Sıcak yatağın içinden çıkıp işe gitmek kadar can sıkan bir şey olamazdı. Yatağında içinde biraz daha debelendim ama girmişti o gün ışığı nasıl olsa artık gözüme uyku girmezdi. Sessiz evimde tek başıma yeni bir güne başlamıştım işte. Keyifsiz bir kahvaltı sonunda işe gitmek için hazırdım. Cisimlendim hoş bir dönüş sonunda artık Bakanlık'ın önünde duruyordum. Sanki gece boyunca uymamış gibi bitkin adımlar atıyordum. Diğer bakanlık çalışanlar bitkin halimi görünce neyim olduğunu sormuyor ancak sorar gözlerle bakmayı ihmal etmiyorlardı. Üzerimdeki şaşkın gözleri görünce yürümemi düzeltmeye karar verdim ancak başarılı olamamışım ki bu sefer daha dikkatli bakmaya başladılar. Her neyse sonunda ofisime gelmiştim. Konforlu, yılan derisi sandalyeme kurulup keyif çekmeyi planlarken kapıdan bir bakanlık çalışanı girip beni rahtsız etme hatasını yaptı. Kim olduğunu bile kavrayamamışken bağırdım, çağırdım kadına. Üslubumu fazla kırıcı bulmuş olacak ki kapıyı yüzüme çarpıp ağlayarak gitti. Sinirlerimin yatışması saatler aldı tabii. Toplantılar sayemde verimli olamayınca öğleden sonraki ikinci toplantıyı yarıda kestiler. Diğer bakanlık çalışanlarının da bu durumdan duydukları huzursuzluk yüzlerine yayılmıştı çünkü yarın fazladan bir toplantı daha yapılması kararı alınmıştı. Onlara özür dileyen gözlerle baksam da fayda yoktu. Odama çekildim insanlarla göz göze gelmeyi önlemek için kendimi işime verdim. En azından uğraştım diyebilirim.

Birkaç saat elimde üç kiloluk bir kitapla uyuyunca kendimi hayli çalışmış gibi hissettim. Artık işten dönüş saati olmuştu. Biraz kafamı dağıtmak için Londra'nın tozlu ve karanlık sokaklarında yürümeye başladım. Zaten dar olan sokak gittikçe daha dar ve ürkütücü oluyordu. Yağmurun başlamasıyla sokak daha çok üstüme gelmeye başladı. Yağmurun harabe binaların camlarından yansıyıp melodik bir şekilde kulağıma fısıldaması işleri daha da zorlaştırdı. Artık nefes alamaz duruma gelmiş patlamaya hazır bir bomba gibiydim. Çareyi cisimlenmekte buldum. Bu boğucu sokaktan kurtulmanın aklıma o sırada tek gelen yolu buydu. Bu sefer sarsıntılı bir cisimlenme geçirmiş olsam da Çatlak kazana giden bu geniş sokağı aşması daha kolay göründü gözüme. Etrafta sadece birkaç sızmış mugglela birkaç da kedi dolaşıyordu. Sokak bir kaç nefeste bitti. Öyle hızla yürüdüm ki 2oo metrelik yolu 2 dakikada aldım. Kendimi Çatlak Kazan önünde buluverdim. İçeri girdim. Tozlu masaya oturdum ve bir kaymak birası söyleyip etrafa bakındım.

Sigara dumanları etrafımı sis gibi sarmış iki metrelik bir görüş alanı yaratıyordu. Bir elimde kaymak birası diğerinde sigara günün yorgunluğunu ve stresini üzerimden atmaya uğraşıyordum. Sigaramı bitirmiş etrafımdaki elimi savurarak yok etmeye çalışırken tozlu ve bir o kadar da eski, tahta çürük kapıdan giren kadını görmemle birayı elimden düşürmem bir oldu.

“Aklapakla!”

İmkânsız! Bu oydu. Sabah toplantıda tartıştığım ama çıkaramadığım kadın. İşte şimdi kim olduğunu hatırlıyordum. Onu nasıl unutmuştum? Garip. Belki de toplantıda gözlerinin içine bakamadığımdandır. Şimdi onu bakışlarını yakalayınca tanıdım. Melissa… Nasıl da güzelleşmişti. Çocukluğun yüzüne verdiği yumuşak hatlar yerini daha olgun ve sert hatlara bırakmıştı. Eskiden açık kahverengi –güneşte sarılaşıyordu- koyu kahverengi gibi bir renk almıştı. Boyu eski bıraktığımdan birkaç santim daha uzundu, birazda kilo vermişti. Dikkatli bakınca fark ettim. Gerçi kilo vermeden önce de uzun inceydi o ayrı. Yaşlanınca-daha doğrusu olgunlaşınca- yüzündeki tek değişmeyen yer gözleriydi. Yine aynı yeşillikte ve aynı canlılıkta… Tıpkı eskiden olduğu gibi… Parlıyor ve etrafa gülücükler saçıyordu.
Beni görünce tanımış olacak ki motor gibi ısmarladığı yemeği yemeye başladı. Bitirdiği yerinden kalktı, masanın üzerine biraz para bıraktı ve koşar adım bardan çıktı.

Kahretsin! Şimdi ne yapacağım? Peşinden gidip onu takip mi etsem, rahat bırakıp onu acıdan uzak mı tutsam? Tabii unutmuş olma olasılığı yüksekti. Ama özlemim daha ağır basıyordu dayanamayıp takip ettim onu. Yeni biramı biraz sertçe – duygu patlaması yaşıyordum- masanın üstüne bıraktım. Sağlam adımlarla barın tozlu kapısına yöneldim, eski püskü kolunu çevirdim. Bardan bu kadar çabuk ayrılmamı şaşkınla izleyenlere aldırmadan… Mell’e yetişmeye çalışıyordum. Etraf ıssız ve sessizdi. Ayrıca zifiri karanlık… Yolumu görebiliyordum ama –nedense?- Bunun onun etrafa yaydığı ışıktan olduğunu düşündüm. Karanlık gecemi aydınlatmış eşsiz yıldız… Ah, şimdi neredesin?

Cisimlenmemiş olmasını umuyordum; çünkü onunla az da olsa konuşmazsam birkaç gece gözüme uyku girmezdi.

“Tanrım, işte orada!”

Yalnızca kendimin duyabileceği bir sesle haykırmıştım. Karanlık gecemin parlak yıldızıyla atamızda yalnızca dört yüz metre kadar vardı. Bu birden çok az göründü gözüme. Londra’dan ayrılıp Fransa’ya gitmiş olduğu üç-beş yılı düşünce. Sayıların önemi yoktu.

Beni beşinci sınıfta bırakıp Fransa’ya gitmişti. Yüzünü ne zamandır görmüyordum. Fransa’ya gitmesinin tek sebebi bendim bunu biliyordum. Daha iyi bir alma diye bahsettiğinin yalnızca bahane olduğunu biliyordum. En azından ümit ediyordum. Yıllardır bununla yaşadım. Tek tutunacağım buydu: Biraz ümit. Son günlerde o ümit tükenmeye yüz tutmuştu ama.

Birden durdu. Takip edildiğini fark etmiş olmalıydı. -Aramızda yüz metreden az vardı. Metreleri sayıyordum.- Sessizce arayı kapatmaya uğraştım. Birden bana döndü. Etraf karanlık olduğundan kim olduğumu tanıyamazdı. En azından onu için karanlıktı. Kim olduğumu çözememiş bir yüz ifadesiyle bana yaklaştı, yaklaştı. Asasını ışıklandırdı.

Kim olduğumu anlayınca donakaldı. Şaşırmış ve kızmış görünüyordu şimdi. Kısa bir süre bana bakakaldı. Benim için çok kısaydı. Ona bir ömür boyunca bakabilirdim. Gözlerinin derinliklerinde yüzdüm o sürede. Gözlerini kaçırmasıyla kendime geldim. Gözlerini üzerinden ayırmam uzun sürse de… Bir şey söyleyecek oldu. Ama söylemedi. Birkaç saniye sonra yüzündeki kızgın ifadenin yerini alaycı bir ifade doldurunca boğazım düğümlendi, nefes alamadım.
Sonunda kendimde konuşabilecek gücü bulup;


"Merhaba. Görüşmeyeli uzun zaman oldu."

Kısık bir ses tonuyla konuşuyordum. Sesim fısıltı gibi çıkıyordu. Biraz da rüzgârdan kaynaklanıyor diye düşündüm.

"Şe-ee-y...Ben... Sabahki olay için özür dilerim. Bir anlık sinir... Seni tanıyamadım."

Günün özeti. Şimdiye kadar onunla konuştuğum en sıkıcı konıydu herhalde. Yalvarır bir yüz ifadesiyle ona bakıyordum. Aslında gözlerinde sitem vardı ama yumuşacıktı. Birden sertleşti. Bana kin duyuyordu. Gözleri daha önce bana böyle bakarken hiç görmemiştim.
"Yüzümü unutmak kolay olmuş," dedi önce patavatsızca. Sesinde bir iğrenme hissedebiliyordum. Ama onun yüzünü nasıl unutabilirdim ki? Bunu düşünmesine bile şaşırmıştım doğrusu.

“Yani önemli değil. Bende özür dilerim.”

Hah! Kendine sığınacak bir delik arama arzusu. Şimdi de kendini özrün ardına saklıyordu. Sadece benden kaçıyordu tüm yaptığı buydu, evet. Benden kaçmaya çalıştıkça geriliyordum.

“Her neyse görüşürüz”

Ah! Yine kaçmıştı. Hayır, bu sefer kaçmasına izin verecek değildim. Benden uzaklaştığı her santimetrede göğsüme saplanmış ağrı katlanıyordu. Henüz yüz metre bile ilerlememişti içimde ona doğru koşma isteği belirdi. Keskin bir acıydı bu katlanamıyordum. Sonra ne yapacağımı bilemeden ona doğru koştum, koştum. Sessizce arkasından yaklaştım. Kolundan tuttum kendime çevirdim. Ahh, ona dokunmayalı öyle uzun zaman olmuştu ki! Bunu özlediğimi şimdi fark ediyordum. Bir süre birbirimize öylece bakakaldım. Bana göre çok kısa bir süreydi bu kısa süre zarfında gözlerinin derinliklerinde yüzdüm. Birden içimde onu öpmeye yönelik bir istek belirdi. Bu Hogwarts'dayken bile çok başıma gelen bir şey değildi. Biz beraber olduğumuz zamanlarda geyik yapardık. Uzaktan kanka görünümlüydük, evet. Ona yaklaştım dudaklarına uzandım. Öpmeye başlamıştım. Her şeyini özlemiştim. Öpüşürken hissettiğini hissettiğim rahatsızlık- bu beni çılgına çevirirdi- kokusu, saçları. Onu öperken diğer yandan saçlarıyla oynuyordum. Yine aynı ince saçları, yüzünü olduğundan daha zarif gösterirdi hep.

Ani ve ondan alışmadığım güçlülüğü gösteren bir hareketle beni kendinden uzaklaştırdı. Onun amacı itmekti biliyordum ama. Zayıf kolları bunu yapamazlardı. Bana deliye dönmüş gibi baktı ve ondan yine hiç beklemediği bir şekilde beni gömleğimden tutarak kendine çekti. Dudaklarına yapıştım. Bu sefer o da istekliydi bu daha ateşli öpüşmemizi sağlıyordu ama yine Hogwarts öğrencilerinden farklı bir hâlimiz yoktu. Uzaktan görenler bizi öğrenci zannedebilirlerdi. Birkaç ateşli dakikadan sonra uzaklaştı benden sinirle bana bakmıştı Olayların tüm sorumlusu benmişim gibi. Sonra arkasını döndü koştu, karanlığa. Bu sefer arkasından gitmedim. Gidemedim o kin dolu bakışından sonra yıkılmıştım, hissetmiyordum. Gözümden damlayan iki damla yaşı rüzgâra savurarak kendi yoluma gitti. Aydınlığa... Onu yarın tekrar göreceğim aklıma geldi nefes alamadım.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Eleanor Beatriz
İspanya Kraliçesi
İspanya Kraliçesi
Eleanor Beatriz


Mesaj Sayısı : 212
Nerden : Madrid
Cinsiyet : Kadın

Clayton Westmoreland Empty
MesajKonu: Geri: Clayton Westmoreland   Clayton Westmoreland EmptyÇarş. Ağus. 04, 2010 7:44 pm

RP'niz yeterli bulundu. Artık Vikont'sunuz. :)
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Clayton Westmoreland
Dük
Dük
Clayton Westmoreland


Rp Partneri : Elizabeth May Warner :)
Mesaj Sayısı : 53
Yaş : 30
Cinsiyet : Erkek

Clayton Westmoreland Empty
MesajKonu: Geri: Clayton Westmoreland   Clayton Westmoreland EmptyÇarş. Ağus. 04, 2010 9:16 pm

Gözlerini açtığında önünde beyaz bir kağıt duruyordu. Yeni bir sayfa. Üzerine hiçbir şey yazılmamış bembeyaz bir sayfa. Yanında da ucu sipsivri açılmış bir kurşun kalem. Sessizlik. Yani tam olarak sessizlik de denemez. Arkadan bir saatin tıkırtısı duyuluyor. Kısık açılmış radyodan kulak tırmalamayan, dikkat dağıtmayan yine de odayı ıssızlığından kurtaran bir müzik yayılıyor. Radyonun sesi dışarıda usul usul yağan yağmurun sesine karışıyor. Masanın üzerinde dumanı tüten, çevreye mis gibi kokular saçan bir bardak kahve. Taptaze, serin sabah rüzgarı pencerenin tüllerini hafifçe dalgalandırıyor. Bulutların arasından sızan güneş ışıkları ağaçların yapraklarındaki yağmur damlalarına parlatıyor. Dışarıda kimsecikler yok.
Gözlerini kapadı. Düşüncelerinde eli sipsivri açılmış kurşun kaleme uzandı. Kalemin tahtasının üşütmeyen sertliğini hisseti parmaklarında. Sonra kağıdın üzerinde dolaşan yumuşak ucun tatlı bir mırıltı gibi gelen sesini duydu. Bir süre arkasında izler bırakarak kağıdın üzerinde kayan kalemi izledi. Yazdıklarını okumaya çalıştı, başaramadı.
Yeniden gözlerini açtı. Karşısında boş bir beyaz kağıt duruyordu, ama masanın üzerinde dumanı tüten bir kahve fincanı yoktu. Zaten masanın üzerinde kahve fincanı koyabilecek bir yer de yoktu ki. Üstelik sivri uçlu bir kurşun kalem de yoktu. Masadaki çelik taklidi kalemliğin içinde üzerinde çeşitli şirketlerin reklamları olan tükenmez kalemler duruyordu. Kalemlk bilgisayar ekranının biraz arkasındaydı. Pek kullanılmadığı için birisi oraya itivermişti. Gözlerini masanın üzerindeki kağıt yığınlarında dolaştırdı. Bir yerlerde bir yanlışlık vardı. Vardı elbette. Birisi klavyesnin üzerine boş bir fotokopi kağıdı bırakmıştı. Bütün suç da bu kağıttaydı zaten. Sıradan bir fotokopi kağıdı olduğunu unutup onu yazılar yazmaya davet eder gibi göz kırpan bu kağıttaydı suç. Yoksa ne dışarıda yağmur yağıyordu ne de içeride radyo çalıyordu. Üstelik pencerelerde uçuşan tül perdeler filan da yoktu. Sessizlik olduğu doğruydu. Ses ve ısı yalıtımlı camlar kapalı olduğu için içeride klimanın hafif uğultusundan ve klavyelerin tıkırtılarından başka bir ses duyulmuyordu.
Suçlu gözlerle yanındaki masada oturan arkadaşına baktı. Arkadaşının gözleri ekran ve masanın üzerindeki kağıtlar arasında gidip gelirken parmakları sanki kendi başlarına hareket edermişçesine çevik ve uyumlu hareketlerle klavye üzerinde dolaşıyordu. Oysa onun klavyesinden çıt çıkmıyordu. Hep klavyenin üzerindeki o aptal fotokopi kağıdı yüzünden. Kağıdı öfkeyle klavyenin üzerinden çekti, tam buruşturup atacaktı ki aklına bir gün önce müdürün kağıtları boşuna harcayanlar konusunda söyledikleri geldi. Kağıdı alıp yerinden kalktı, yorgun adımlarıyla masaların arasındaki dar aralıktan geçip fotokopi makinasının yanına gitti. Kağıdı makinanın üzerine bıraktı ve yerine geçti. Masalardan birinde oturan bir kız o sırada işinden başını kaldırmıştı. Görmez gözlerle onun yerine oturuşunu izliyordu. Kıza gülümsedi. Kız da ona gülümsedi ama gülümsemesi gözlerine ulaşmadan sönmüştü.
Yerine oturur oturmaz parmakları kendiliklerinden klavyenin üzerine yerleşmiş ve dolaşmaya başlamışlardı. Şimdi onun da gözleri ekran ve masadaki kağıtlar arasında gidip geliyor, klavyesinden düzenli bir tıkırtı duyuluyordu. Kendini bu tıkırtının ahengine kaptırmıştı. Sanki güzel bir tren yolculuğuna çıkmıştı. Trenin penceresinin önünden kayar gibi geçen ağaçları, elektrik direklerini, camlara çarpacak kadar yaklaşan dalları, uzaklarda daha yavaş hareket eden evleri ve onlardan da uzaklardaki tepeleri seyretmeye daldı. Yine usul usul yağmur yağıyordu. İlle de yağmur... Ama usul usul... Sonra tren bir tünele daldı. Her yer kapkaranlık olmuştu.
Şaşkın gözleri kağıtlar ve ekran arasında gidip gelmeyi bıraktılar, karşısında duran koyu gri renkli ekrana bakmaya başladı. Parmakları hala klavyeden düzenli tıkırtılar çıkarmayı sürdürüyorlardı ama ekranda hiçbir şey görünmüyordu. Görünmezdi elbette. Bilgisayarı açmamıştı ki.
Birilerinin onu görüp görmediğini anlamak için çekingen gözlerle çevresine bakındı. Kimse farketmemişti neyse ki. Yavaşça uzanıp bilgisayarın açma düğmesini itti parmağıyla. Bilgisayardan çalışmaya başladığını gösteren gıcırtıyı andırır bir homurtu yükseldi. Artık çalışmaya başlayabilirdi.
Masadaki kağıt tomarını aldı, kenarlardan taşan kağıtları yerlerine itti. Bütün tomarı dik tutup masaya vurarak iyice bir düzeltti. Tarihlerine ve başlıklarına göre sıraya sokmak için kimi kağıtları aralardan çekip öne aldı. Tomar yeniden karışmıştı. Bir kez daha özenle düzeltti. O gün acilen bilgisayara girmesi gereken kağıtları ayırıp klavyenin sağına yerleştirdi. Bu sırada ekranda çalışması gereken dosya da açılmıştı. Gözleri kağıttaki sayıları izlerken parmakları yine kendi işlerine daldılar. Bir süre yazdıktan sonra yazdıklarını kontrol etmek için gözlerini ekrana çevirdi. Ekranda şunlar yazıyordu:

Sevgili babacığım
Bugün yine yağmur yağıyor. Tıpkı...

Gri ekranda parlayan beyaz harfler sürüp gidiyordu. Bu yazdıklarını gören oldu mu diye gözlerini çevresinde gezdirdiğinde odada kendisinde başka hiç kimse olmadığını farketti. Yalnız başına, küçük, tahta bir masanın başında oturuyordu. Parmakları hala klavyenin tuşları üzerinde dolaşıyorlardı ama bu bir bilgisayar klavyesi değildi. Bir daktiloydu. Siyah tuşları üzerine oyulmuş beyaz harfleri, kenardan dışarı doğru uzanan ince, parlak koluyla biraz eskice bir daktilo. Birden çok mutlu olmuştu. Neşe içinde mektubunu yazmaya koyuldu. Babasına son zamanlarda yaptıklarını, geçen gün evinin yakınındaki parkta karşılaştığı yaşlı adamı, yaşlı adamla aralarında geçen konuşmayı bir bir yazdı.
Evet epeyce konuşmuşlardı ihtiyarla. Binlerce gülümsemenin izini taşıyan kırışıklarla çevrili mavi gözlerini ona dikip içini okurcasına uzun uzun süzmüştü onu ihtiyar ilk önce. Sonra da neler yaptığını sormuştu. Nasıl da bocalamıştı adama cevap verirken. Önce işini anlatmıştı. Ne kadar önemli bir işi olduğunu yani. Üzerine dikilen mavi gözlerde anlayış okunuyordu. Yaşlı adam da ona hak vermişti. Binlerce insanın adreslerinin, eğitim düzeylerinin, gelirlerinin, mallarının mülklerinin kayıtlarını tutmanın çok önemli bir şey olduğunu o da kabul ediyordu. Sonra ona bir soru sormuştu yaşlı adam. Şimdi hatırlamıyordu ne sorduğunu. Tek hatırladığı şey ihtiyarın sorusu üzerine kafasının çok karıştığı ve birden adama evinden, okuduğu kitaplardan söz etmeye başladığıydı. Adam yine dinlemişti onu. Evini anlatırken pek ilgi göstermemişti aslında, ama geçenlerde bir eskicide bulduğu guguklu saatin durup dururken, zamanlı zamansız ötüşünü anlattığında mavi gözlerinde neşeli pırıltılar belirmişti. Sonra ihtiyara kitaplarını anlatmıştı. Çok kitabı vardı. Elbette hepsini okumamıştı henüz, ama zaman buldukça okuyordu onları. İhtiyar ona en çok sevdiği kitabın adını sorduğunda bir an için ne diyeceğini şaşırmıştı. İçinde nedense ona bakan bu ışıltılı, kısık gözleri etkileme isteği uyanmıştı. Kitapları içinde en değerlisi olduğunu düşündüğünün adını söyledi. Ağır, ciddi ve önemli bir kitaptı bu. Aslında ilk okuduğunda pek bir şey anlamamıştı ama ikinci, üçüncü okuyuşlarında kitabın derinliklerine girebildiğini hissetmişti. En sevdiği olmasa da en ciddiye aldığı kitabın bu olduğu kesindi. Ama mavi gözler onun içini okur gibi bakıyorlardı. Daha adını söylerken aslında bu kitabı pek sevmediğini belli ettiğini farketti. Sahi hangisiydi en sevdiği kitap? Birden aklına çocukluğunda okuduğu bir roman geldi. İnanılmaz bir yolculuğu anlatıyordu bu roman, ne başı vardı ne de sonu, ama öyle şeyler vardı ki içinde bu yaşa kadar beyninden silinmemişti. Evet o kitaptı en sevdiği kitap. Adını söyleyiverdi kitabın. İhtiyar şimdi ona sıcacık bakmaya başlamıştı. Sonra ne konuşmuşlardı hatırlamıyordu. Çünkü ondan sonra çocukluğunun o güzelim kitabının anılarına dalmış gitmişti.
Evet, o kitabı yeniden bulmalıydı. Ama nereden? Yalnızca adını hatırlıyordu, yazarını bile unutmuştu. Babasına sormayı düşündü. Nasıl soracaktı? Mektubunda sorabilirdi elbette. Mektup yazmıyor muydu nasıl olsa babasına? Kitabın adını yazmak için ellerini tuşlara uzattığında parmaklarının altındaki tuşların oyma beyaz harfli siyah tuşlar değil, ergonomik bilgisayar klavyesinin, kabartma harfli gri tuşları olduğunu farketti. Önündeki koyu gri ekranda beyaz sütunlar boyunca adlar ve sayılar uzanıyordu...
Sabahtan beri çalışıyordu, artık yorulmaya başlamıştı ama epeyce iş yapmıştı. Öteki masalarda oturan arkadaşlarına baktı, onlar da yorulduklarını gösteren hareketler yapıyorlardı. Kimisi gözlüğünü çıkarmış siliyor, kimisi ellerini beline koymuş sırtını dikleştirmeye çalışıyordu. Ayakta dolaşanlar da artmıştı. Birisi elinde bir bardak suyla kapıdan içeri giriyor, bir diğeri tuvaletlerin olduğu tarafa doğru gidiyordu. Ufaktan konuşmalar da başlamıştı. Biraz önce ona gülümseyen kız yan masadaki arkadaşına eğilmiş bir şey soruyordu. Arkadaşına çevirdiği gözlerde boş bakışların yerini biraz kıskanç bir merak almıştı. Kimbilir neler konuşuyorlardı. Konuşmalarından kulağına bir araba markası çalınmıştı. İkisinden biri ya bir araba almıştı, ya da alacaktı herhalde.
‘Araba güzel şey’ diye düşündü. Bir arabası olsaydı ne güzel gezerdi kimbilir. Üstelik sabahları otobüs kuyruklarında beklemekten de kurtulurdu. Ama en önemlisi şöyle upuzun bir yolculuğa çıkabilirdi. Nereye giderdi peki bir arabası olsaydı? İçinden bir ses ‘yağmurlu bir yere,’ diyordu. Nereden çıkmıştı bu yağmur şimdi? Dışarısı günlük güneşlikti. İçerideki klimadan anlaşılmıyordu ama herhalde çok da sıcak olmalıydı. Olsun onun arabasının da kliması olurdu. Serin bir arabanın içinde, televizyondaki araba reklamlarında olduğu gibi dağlara tırmanır, güzel kıyılar boyunca arabasını sürer dururdu. Gider giderdi... Gider giderdi... Peki sonra... İçindeki ses ‘dünya yuvarlaktır’ deyip hayallerini bozuncaya kadar arabasını sürüyordu ama bu kadar araba sürdükten sonra dönüp dolaşıp aynı yere geleceğini düşünmek işin büyüsünü kaçırdı. Peki araba almayacaktı o zaman. Zaten bir arabası olursa artık sabahları otobüs durağına giderken içinden geçtiği o güzel parkı da göremez olacaktı. Aslında arabasını otobüs durağının yakınına park edebilirdi belki, ama akşam yorgun argın işten döndüğünde böyle bir şeyi hiçbir zaman yapmayacağını çok iyi biliyordu. Hem araba sürmeyi de hiçbir zaman sevmemişti ki. Gideceği bir yer de yoktu.
Olmaz olur mu? O çocukluğundaki kitapta anlatılan türden başı ve sonu olmayan bir yolculuğa çıkabilirdi pekala. Ah, bir bulabilseydi şu kitabın yazarının adını. Belki hala yaşıyorsa ona bir mektup yazar ve böyle bir yolculuğa çıkabilmesi için ne gerektiğini sorabilirdi. Aslında neyin gerektiğini çok iyi bildiğini de işte tam o anda farketti. Gözleri ekrandan fotokopi makinasına doğru çevrildi. Evet, işte beyaz kağıt hala orada duruyordu. Artık onu fotokopi kağıdı diye aşağılamaktan vazgeçmişti. Boş bir beyaz kağıttı makinanın üzerinde duran. Bomboş, bembeyaz. Hızla ayağa kalktı. Masaların arasından danseder gibi süzülerek geçip fotokopi makinasının başına gitti. Kağıdı kaptı, yine danseder gibi adımlarla kapıya doğru yürüdü. Birbirleriyle konuşan iki kız onda bir gariplik olduğunu sezmiş gibi konuşmalarını kesmiş gözleriyle onu izliyorlardı. Kızların ikisine birden gülümsedi, başıyla neşeli bir selam verdi. Elindeki kağıdı gösterdi. Kızlar bir şey anlamamışlardı ama anlamış gibi yaptılar. Birdenbire neşeli selamına hiç uymayan bir açıklama yaparken buldu kendini;
‘Babam on yıl önce bugün ölmüştü, o gün usul usul yağmur yağıyordu. Bilseniz, öyle iyi, öyle hayat dolu bir insandı ki. Hep bir kayığı olsun istemişti, ama olmadı işte.’
Sonra elindeki beyaz kağıdı kızlara doğru salladı. O sırada birden gözleri parladı. Yandaki masalardan birinin üzerinde bir kurşun kalem görmüştü, hem de ucu sipsivri açılmış bir kurşun kalem. Hızla uzanıp kalemi kaptı ve koşar adımlarla kapıdan çıktı.
Deniz kıyısındaki çay bahçesinin küçük çaycısı ona dördüncü çayını verdiği sırada oraya gelirken satın aldığı bomboş bembeyaz kağıtların üçüncüsünü dolmak üzereydi. Biraz önce kıyıyı döven dalgaların birdenbire durulduğunu, gökyüzünü tatlı, alevli bir griliğin kapladığını fark etmemişti bile. Kalemi nemlenen kağıdın üzerinde yazmaz olunca başını kaldırmasaydı usulca başlayan yağmurun da farkına bile varmayacaktı.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Eleanor Beatriz
İspanya Kraliçesi
İspanya Kraliçesi
Eleanor Beatriz


Mesaj Sayısı : 212
Nerden : Madrid
Cinsiyet : Kadın

Clayton Westmoreland Empty
MesajKonu: Geri: Clayton Westmoreland   Clayton Westmoreland EmptyPerş. Ağus. 05, 2010 8:00 pm

Tebrikler, artık bir Kont'sunuz. ^^
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Clayton Westmoreland
Dük
Dük
Clayton Westmoreland


Rp Partneri : Elizabeth May Warner :)
Mesaj Sayısı : 53
Yaş : 30
Cinsiyet : Erkek

Clayton Westmoreland Empty
MesajKonu: Geri: Clayton Westmoreland   Clayton Westmoreland EmptyPerş. Ağus. 05, 2010 8:15 pm

İlkbaharın hafif esen yeli yerini sert rüzgarlara bırakmıştı ve giderek fırtınaya dönüşüyordu. Hafif yel ağaçlarla dans ederken, sert rüzgar ağaçları tehditkar bir şekilde sarsıyor ve korkutucu sesler çıkartıyordu. Ağaçlarda yuva kurmuş kuşlar da sert rüzgara sitem edercesine şarkılarını kesmişler can derdine düşmüşlerdi. İşte bu havada, ormanın ortasından davetsiz bir misafiri andırırcasına boş bir tren sessizce geçiyordu. Bir iki yolcu dışında boş ama ihtişamlı bir trendi. Hafife alınmayacak kadar da önemli yolcuları vardı...

Joseph trenin rahat koltuğuna kurulmuş, gözleri kapalı, kafasını cama dayamış bir haldeydi. Uzun bir süre o şekilde oturdu ta ki arkadaşı ve Sihir Bakanlığı'ndaki meslektaşı Aaron gelene kadar. Sol gözünü hafifçe aralayarak sağa doğru kayan kapıdan içeri giren kısa boylu, uzun kulakları uzun saçlarının arasından fırlamış olan, bir su kaydırağına benzeyen burnu etrafı koklayan adamı gördü Joseph.

"Ne kokuyor burada?" diye sordu Aaron.

"Sen gelmeden önce daha güzel koktuğu kesindi." diye homurdandı Joseph, her ihtimale karşı uzandığı asasından elini çekerken.

Aaron gülerek Joseph'in karşısına oturdu ve elindeki kağıt poşetten iki sandviç çıkardı. Anlaşılan karısı yapmıştı. Lezzetli ve bir o kadar da iştah açıcı bir görüntüsü vardı. Joseph, Aaron'ın uzattığı sandviçi kaptı ve sandviçin sarılı olduğu folyoyu çıkarıp koca bir ısırık aldı. Gerçekten göründüğü kadar güzeldi.

"Ana'ya teekkrlrmi iltirn..." dedi Joseph bir yandan ağzındaki koca parçayı çiğnemeye çalışırken.

"Ne?" diye sordu Aaron gülerek.

"Anna'ya teşekkürlerimi iletirsin dedim." dedi Joseph ağzındaki lokmayı yuttuktan sonra.

Joseph kafasını çevirip buğulanmış camı eliyle sildi. Her yer ormanlıktı tıpkı dört saat önce olduğu gibi. Sihir Bakanı olmanın verdiği güçle, artık sefere gitmeyen bu trenin çalışmasını sağlamıştı. Dağlara gidiyorlardı. Ama buraya herkesin zannettiği gibi devlerin Karanlık Lord'la çalışmalarını engellemek için değil, yüzyıllardır kayıp olan bir şeyi bulmaya gidiyorlardı. Joseph daha Hogwarts'dayken Aaron ile aramalarına başlamıştı. Yıllarca süren araştırmadan sonra sonunda bir ipucu yakalamışlardı. Aradıkları bir kolyeydi. Tabi ki de yıllar süren bu araştırmanın sebebi normal bir kolye değildi. Bu kolye "bilgi"yi taşıyordu.

Kolye yüzyıllar önce dönemin en güçlü büyücüsü tarafından yapılmıştı. Yüzlerce koruma büyüsü ve tılsımla donatılmıştı. İçinde ise bu büyücünün bütün bildiği, öğrendiği, duyduğu bilgiler vardı. Kolyeyi takan kişi, kolye vücuduna temas eder etmez bu büyüleri sanki doğmadan önce biliyormuşçasına eksiksiz bir şekilde öğrenir. Kolye büyücü öldükten sonra varisine aktarılmıştı. Ama varisi kolyeyi taktıktan iki yıl sonra ölmüştü. En azından kitaplarda öyle yazıyordu. Ama asıl gerçek, varisin öldürülüp kolyenin çalındığıydı. Bu kadar bilgiye sahip olan birisini öldürmeyi başarabilecek çok az kişi vardı o zamanlar. İki büyücü... Hogwarts müdürü ve kendisine Gölgelerin Efendisi diye kara bir büyücü.

Gölgelerin Efendisi kolyeyi almıştı. Kolye engin bilgilerini bu büyücüye sunduktan sonra, Thomas yani Gölgelerin Efendisi hemen harekete geçmişti. Zaten inanılmaz bir büyücü olan ve yanında büyücü topluluğunun yarısı olan Thomas şimdi yenilmez oldu. Ve karşısında da sadece Hogwarts müdürü vardı. Muazzam bir düello yaşanmıştı Thomas ve Gordon arasında. İki büyücünün asası hiç durmuyordu. Rengarenk ama ölümcül büyüler etrafta dans edercesine dolaşıyordu. Onları izleyenlerin yüzüne bir aptalca gülümseme yayılmıştı. Her birinin yüzünde bir aptalca gülümseme vardı. Çünkü hepsi biliyorlardı ki, hiçbirisi bu iki büyücü kadar iyi değildi ve olamayacaklardı da.

Düello sonunda Thomas ölmüştü. Ölümünün nedeni asasıydı. Asası saatler süren bu muazzam düelloya dayanamamış ve paramparça olmuştu. Bu olay gerçekleşirken de Gordon istemeyerek onu öldürmüştü. Eğer Gordon, Thomas'ın savunmasız olduğunu büyüyü göndermeden önce fark etseydi belki de onu öldürmezdi. Gordon bunu asla bilemezdi. Thomas'ın ölümüyle yandaşları, Gölgeler, kaçtılar. Çoğu yakalanmıştı. Ama hikayenin önemli kısmı bu değil. Gordon kolyeyi almıştı. Thomas'a ölüm getiren kolye Gordon'un elleriyle saklanmıştı. Asla bulunmamak üzere...

"Ee ne düşünüyorsun?" diye sordu Aaron, gözlerini dışarıya dikmiş olan Joseph'e.

"Ne yapacağımızı..." dedi Joseph. "Kolyenin yerini sadece bizim bilmediğimizi biliyorsun. Karanlık Lord da onun peşinde."

"Bana bilmediğim bir şey söyle."

"Karanlık Lord'a ikimiz kafa tutabiliriz. Ama Karanlık Lord yalnız olmayacak. Bu yüzden Zümrüdüanka Yoldaşlığı'na bir baykuş gönderdim." dedi Joseph.

"Ne yaptın, ne yaptın?" dedi Aaron şaşkınlıkla.

"Bize yardım edecekler. Ama görevimizin devleri bizim tarafımıza çekmek olduğunu sanacaklar." diye açıkladı Joseph.

"Sen sadece güç istiyorsun. Aslında korkuyorum Joseph. Bu güç eline geçtiğinde kendine hakim olamayacağından korkuyorum." dedi Aaron ağzındaki baklayı çıkararak.

Joseph cevap vermedi. Sadece güldü... İki saat sonra tren durmuştu. Eski püskü bir istasyona inen iki arkadaş, terk edilmiş kasabaya göz gezdirdiler. Eskiden çok neşeli ve güzel bir kasaba olduğunu şimdiki halinden anlamak imkansızdı. On yıllar önce kasaba devlerin saldırısına uğramadan önce büyücülerin bulunduğu renkli bir kasabaydı. Şimdi ise kurtların in edindiği ve zaman zaman karanlık büyücülerin buluşma noktası haline gelen bir kasabaya dönüşmüştü. Kurtlar tren durduğunda keyiflice uludular. Akşam yemeği hazır dercesine...

"Titreme dostum. Mezarlığa girmekten korkmuyorsun ya?" dedi Joseph ona ters ters bakan Aaron'a. "Ya da bir iki kurtla başa çıkmaktan?"

"Bu şakaların beni öldürüyor Joseph. Senin bu şakalarına dayanabilen birisine mezarlık çerez gibi gelir." dedi Aaron."Nasıl bir insan bu kolyeyi bir evsiz mugglela beraber gömer..."

"İşin esprisi orada zaten. Gordon gibi zeki birisi dışında kimse bunu yapmazdı." dedi Joseph.

"Ya da onun kadar deli birisi..." dedi Aaron homurdanarak.

İki arkadaş mezarlığın yolunu tutmuş ilerlerken kulaklarına konuşma sesleri çalınıyordu. Ama ikisi de sert esen rüzgar yüzünden emin olamıyorlardı. Asaları ellerinde ilerlerken karşılarına çıkan bir iki aç kurt dışında bir canlıya rastlamamışlardı. Eskiden bir bar olduğunu ilan eden tabelanın asılı olduğu tek katlı kare şeklindeki binaya sığınmak zorunda kalmışlardı soğuk yüzünden. Büyü yoluyla ısınmak bir işe yaramıyordu sürekli ve buz gibi esen rüzgara karşı.
Joseph ve Aaron eski barın şöminesini yakmış ve bir haritanın serilmiş olduğu masanın başında durmuş, kaşlarını çatmış bakıyorlardı. Başlayan yağmur, birazdan parçalanacak gibi gözüken çatının arasından damla damla yere düşüyordu. Joseph haritayı işaret etti. "Mezarlık tahminimden daha küçük sanırım." -haritadaki bir noktayı işaret ederek- "Burada olmalı."

"Bunu daha önce binlerce kez konuştuk zaten." dedi Aaron omuz silkerek.

"Bir kez daha konuşmanın zararı olmaz." dedi Joseph ve haritayı alıp, şömineye fırlattı. "Biz başaramazsak, kimse başarmamalı."

"Biz başaramazsak, Karanlık Lord başaracaktır zaten. O yüzden endişelenmene gerek yok." dedi Aaron.

"Hah!" diye homurdandı Joseph ve çökmek üzere olan bardan kaçtılar. Biraz olsun ısınmışlardı ama fırtınanın içine girer girmez sıcaklık yerini kan donduran soğuğa bırakmıştı. Yine de mutlu haberler de yok değildi. Zümrüdüanka Yoldaşlığı'ndan beş kişi gelmişti. Seherbaz olan Katie, Stephen ve Tomas ile Melanie ve George gelmişlerdi. Onları sıcak bir şekilde karşılamak isterlerdi ama kısa bir selamlaşmanın ardından yola koyulmuşlardı. Bu sırada Joseph, yeni gelen beş büyücüye uydurduğu dev hikayesini anlatıyordu. Karanlık Lord'un buralarda olacağını söylüyordu. Ve tabi ki de yoldaşlarının da...

"Fazla uzatmaya gerek yok. Gerekirse çarpışacağız. Aaron ve ben birlikte Karanlık Lord'u arayacağız. Bizi takip etmeyin sadece koruyun."
diye sözünü bitirdi Joseph ve beş büyücü kafalarını sallayarak onayladılar.

Kukuletalarını başlarına geçirmiş yedi üst düzey büyücü ıssız ama bir o kadar da korkutucu mezarlığa girmişti. Yürüyüşlerindeki asaleti fırtına bile bozamıyordu. Joseph Katie'ye eliyle sağ tarafı işaret etti ve Katie yanlarından ayrılıp elinde asasıyla kontrol etmek için sağ tarafa yöneldi. Tomas da sol tarafı almıştı. Hiçbir büyü sözcüğü duymadıklarından ve hiç ışık görmediklerinden iki taraflarının sağlam olduğunu anlayan kalan beş büyücü yürümeye devam etti. Bir süre sonra Katie ve Tomas da onlara katılmışlardı.

"Böyle bir günde, böyle bir yerde, bu kadar az korumayla gezmeye korkmuyor musunuz Sayın Bakanım?" dedi bir ses sisli mezarın içinden yankı yaparak.

"Benim işim, yüreğimde korkuya yer vermeme izin vermiyor, eski dostum." dedi Joseph hafifçe gülümseyerek.

"Ama etrafındakilerin korkuları seni bile aşıyor dostum. Hızla atan kalplerini ve korkudan tir tir titreyen bedenlerini hissedebiliyorum." dedi Karanlık Lord siyah pelerinini savurarak sisin içinden çıkarken.

"Korkudan değil de soğuktan olmasın sakın?" dedi gülerek Aaron. "Lord senin zekanı fazla abartıyorlar sanırım."

"Bay Pumpkin... Demek siz de buradasınız... Şeref verdiniz..." dedi Karanlık Lord dalga geçercesine başını eğerken.

"Avada Kedavra!" diye bağırdı Karanlık Lord'un arkasından bir ses ve düello başladı.

Büyüler etrafta uçuşurken Aaron, Karanlık Lord'la düelloya başlamıştı. Bu sırada Joseph aralardan sıyrılıp, bir bakıma sıvışıp, haritada işaret ettiği noktaya doğru hareketlenmişti. Birkaç dakika sonra büyü sözcükleri haykıran yirmi kadar büyücüyü arkasında bırakıp aradığı mezara ulaşmıştı. "J. M. Branch" yazan mezar taşına bir dakika boyunca heyecanla baktı Joseph. Yıllardır aradığı kolyeyi hissedebiliyordu. Asasını salladı ve "Bombarda Maxima!" diye bağırdı. Gürültülü bir patlamayla mezar taşı ve toprak uçuşmuş ve tabut ortaya çıkmıştı. Joseph atlayıp zorlayarak tabutun kapağını açtı ve muggle'ın kemiklerinin arasında duran ve basit bir kolye gibi duran kolyeyi aldı. Sağ elindeki eldiveni çıkardı ve kolyeyi çıplak eliyle tuttu. Yıllar sonra insan derisine değen kolye parlamaya başlamıştı. Joseph kolyeyi boynuna geçirdiğinde gözleri kararmıştı. Binlerce görüntü, binlerce bilgi, binlerce güç vücuduna akıyordu adeta. On beş dakika sonra kendisine gelen Joseph kafasını hafifçe sağa sola doğru salladı.

"Evertastartin!"

"Expulso!"

"Incarcerous!"

Etrafta yeşil, kırmızı büyüler uçuşan mezarlıkta, Katie ve Stephen yerde hareketsiz yatıyorlardı. Aaron hala Karanlık Lord ile düello ediyordu. Tomas, Melanie ve George da, her biri Vampir, Lord'un Yılanı -yani Lord'un destekçileri- gibi büyücülerle uğraşıyorlardı. Üçünün de etrafında üçer tane düşman bulunuyordu. Üçü de yorulmuş görünüyordu.

Joseph koşarak düelloların yapıldığı yere girmişti. Aaron, onu görünce şaşkın bir şekilde kalakalmıştı. Karanlık Lord'un da dikkati dağılmıştı. Çünkü Joseph geldiğinde fırtına durmuş güneş açmıştı. Ve bunu yapan Joseph idi. Asasını sallamış ve Karanlık Lord'un dahi daha önce duymadığı bir büyüyle fırtınayı dindirmişti. Ve şimdi de Karanlık Lord'a yönelmişti. Gözlerinden adeta ateş fışkırıyordu. Neden öfkeli olduğunu kendisi bile bilmiyordu ama öfkelenmişti ve öldürmek istiyordu. Birilerini öldürmeliydi.

"Avada Kedavra!" diye bağırdı Karanlık Lord ama Joseph inanılmaz bir asa hareketiyle ve tek bir büyü sözcüğü bile söylemeden büyüden kurtulmuştu. Joseph asasını sallarken Karanlık Lord hala şaşkınlık içindeydi ta ki Joseph'in boynundaki kolyeyi görene kadar.

Karanlık Lord asası elinden uçup bütün vücudu iplerle bağlanırken kendi kendine gülümsedi. Artık bir varisi vardı. Kendisinden daha güçlü bir varis. Onun başaramadığını başaracak birisi, yani dünyayı Muggle ve bulanıklardan kurtaracak kişi...

"Kolyeyi senden çok daha önce keşfetmiştim Joseph. Ama benim bile duygularım var. Ben bile en yakın arkadaşımı öldürmeyecek kadar birazcık duygulara sahibim. Bu yüzden o kolyeyi almadım. Ama sen..." dedi Karanlık Lord üzüntü ve zevk karşımı bir bakışla. "Sen en yakın arkadaşını öldürecek kadar zalimsin..."

Joseph adamın ne dediğini anlamamıştı. Karanlık Lord kafasıyla sol tarafını işaret edince o tarafa doğru baktı. Aaron yerde yatıyordu. Gözlerindeki bakıştan öldüğü anlaşılıyordu. Joseph öfkesiyle onu öldürmüştü. Joseph bunu anlamıştı ama içinde bir gıdım bile üzüntü duymuyordu. Neden olduğunu bilmiyordu ama en yakın arkadaşının, dostunun ölümüne üzülmemişti.

"Sen benim yeni varisimsin!" diye bağırdı Karanlık Lord.

"Sus artık, Melvin."
dedi Joseph ve Karanlık Lord'un boynu kendi kendine kırıldı. Joseph etraftaki herkesi öldürmüştü. Tek bir canlı bırakmayacak şekilde... Karanlık Lord yani Melvin yanılıyordu. Joseph safkanları korumayacaktı. Joseph herkesi öldürecekti...

Yedi yüzyıl önce...

"Bu kolye Thomas'ı delirtti. O bile bu kadar kötü değildi. Bana, babasına saldıracak kadar gözü dönmemişti. Bu kolye tarihteki en karanlık eşya ve benimle birlikte gömülecek. Eğer açan olursa kolyenin ve benim lanetimi üzerine alıp dünyaya ölüm saçacak. Kalbi taşlaşacak ve sevdiği kadını bile öldürecek kadar delirecek..." dedi Gordon gözlerinden yaşlar akarken...
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Eleanor Beatriz
İspanya Kraliçesi
İspanya Kraliçesi
Eleanor Beatriz


Mesaj Sayısı : 212
Nerden : Madrid
Cinsiyet : Kadın

Clayton Westmoreland Empty
MesajKonu: Geri: Clayton Westmoreland   Clayton Westmoreland EmptyCuma Ağus. 06, 2010 10:32 am

Tebrikler. Dük oldunuz. Aktif olarak rp yapmaya başladıktan 1 ay sonra istediğiniz ülkenin krallık tahtına oturabilirsiniz.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
 
Clayton Westmoreland
Sayfa başına dön 
1 sayfadaki 1 sayfası

Bu forumun müsaadesi var:Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
Betrayal Of God :: Bilgilendirme :: Sınıf Yükselme-
Buraya geçin: